Osmanlı'da İnsanı merkez alan adâlet anlayışının kaynağı, hiç şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’dir. Îmandan neş’et eden “kul hakkı” hassâsiyeti, zulüm ve haksızlıklara karşı büyük bir engel teşkil etmiştir. Bu yüzden hiçbir zaman pâdişahlar ve idareciler, zulmü bir idâre metodu olarak benimsememişlerdir. Dolayısıyla da sistematik bir haksızlık ve kasıtlı bir adâletsizlik aslâ vukû bulmamıştır. Hasbe’l-beşer meydana gelen bâzı haksızlıklar ise hakîkat ortaya çıktığında derhâl cezalandırılmıştır.
Avrupa’da henüz “insan hakları”nın adı bile bilinmezken Osmanlı’da yaşanan “kul hakkı” hassâsiyeti, hiç şüphesiz ki İslâm’a bağlılığın muhteşem tezahürlerinden yalnızca biriydi.
Başta pâdişahlar olmak üzere bütün Osmanlı ordusunun “helâl lokma” husûsundaki dînî titizlik ve hassâsiyetleri de çok mühimdir. Onlar, “Haram yiyen harâmî olur.” düstûruyla hareket ederek “kul hakkı”ndan son derece ictinâb etmişlerdir.
MISIR SEFERİ’NİN HİKÂYESİ
Nitekim Mısır seferinde Yavuz Sultan Selîm Hân’ın, rûhunu saran bir endişe üzerine askerlerinin torbalarını, geçilen yerlerden koparılmış meyve var mı, yok mu diye hassâsiyetle kontrol ettirmesi ve:
Şâyet askerlerimin torbalarında, geçmiş olduğumuz yerlerden alınmış bir şey bulunsaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim! demesi, çok meşhurdur.
Böyle cihangirler yetiştiren Osmanlı’da devlet idâresine istihkâk; -müslüman olmaya ilâveten- memur olacağı işe liyâkate bağlıydı. Bu liyâkati gösterenlerin, ırken hangi millete mensup olduklarına aslâ bakılmazdı. Liyâkatsizlere ise, toplumun menfaatini ferdin menfaatine fedâ etmemek için, devlet kapısı aslâ açılmazdı.
Kaynakça: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları